ERSİN ANTEP
Defter
Artık çocukların peşlerinden çılgınca koşturduğu tavukların istediği yere yumurtlayabilmesi sözkonusu olmayacak! Hiç olmazsa sanat bari gelişmeli! Neden mi? Çünkü sanat, şehrin boğduğu insanın, her aldığında rahatlayacağı nefestir.
Babaannenin çamurdan fırınını yıktınız, şimdi sımsıcak köy ekmeğinin hasretini çekiyorsunuz. Anneannenin kirmanını bir yerlerde unuttunuz, şimdi hazır elbiselerden teniniz rahatsız oluyor. Etrafınızda dolaşan kendi halindeki haşerattan tiksinip köydeki evin kapısını açmaz oldunuz, şimdi etrafta oynaşacak bir kedi bile bulamıyorsunuz. Şehrin merkezine indiğinizde, “yahu bu insanlardan biri olsun yüzüme baksa da bir sıcak merhabamı paylaşsam” diye iç geçirir hale geldiniz, köy kahvesinde ardı arkasına ısmarlanan çaylardan “illallah” dediğiniz anları özlüyorsunuz. Kırk yılda bir gelen çerçiyi, yumurta karşılığında çay veren kahveciyi, gün gün paylaşıp hasatta buluştuğunuz imeceyi, sonunda yalağından büyükbaşların, kurnasından sizin içtiğiniz çeşmelerden alnınıza, ensenize ve yüzünüze değen serin suları, o sıcakta sessizliği bozan ağustos böceklerini bile gözyaşlarıyla anıyorsunuz. Orada okunan ezanı bile arıyor kulaklarınız! Şehir yerindeki ezanlar Arap gibi, pek gırtlaktan! Sizin oradaki imamın billur gibi sesi vardı ama camii hoparlöründen hışırtılı çıktığından yakınıyordunuz.
Hasret çekiyorsunuz, özlüyorsunuz, hatta gözyaşlarıyla anıyorsunuz… Ama gelgelelim onlar neden öyle doğaldı, neden düşündüğünüzde, göğsünüzde “nah şöyle” bir taş oturmuş gibi bu denli nutkunuzun tutulduğunu da hiç mi hiç düşünmüyorsunuz.
Bir düşünün! Köyümüz, yüzyıllarca aynı dinamiklere sahipti. Yani aynı evler, aynı yaşam, aynı dayanışma, aynı kültür, aynı dostluk, aynı anlaşmazlık, aynı varlık, aynı yokluk…
Şehre geldiniz… Her sabah bambaşka bir çevre, birbirine benzemeyen günlerle karşılaşır oldunuz. Çabuk değişim, artık yorar oldu. Köyde hiç zamanı geçmemişi, yaşamamış olanı bile; “her şeyi satıp savıp yeşillikler içinde bir ev alma hayali” kurar oldu.
Şehirli olmayı ve varlık sahibi olmayı galiba, biraz çabuk atladık. Yani şehrin çıraklığını ve kalfalığını görmeden, ustalığının yerine oturduk. Her şeyimiz hızlı, her şeyimiz aceleci! Şehirliliğimiz bile… Şimdi ise, “yavaş şehir”, “sakin şehir” ödülleri koyar olduk. Görünen o ki biz, metropollerle şehirler, şehirlerle beldeler, beldelerle köyler geçişini sağlayamadık. Şehirler, hele metropoller çok uzaklaştı ve tüketti köyü… Halbuki köy enstitüleriyle ve özellikle “yerinde eğitim” ile oralar da gelişecekti. Ancak ve ancak, yani sadece ihtiyaç duyan, olanakları yetmeyen gidecekti şehre! Hiyerarşi oluşmayacak, ihtiyaca ve gelişime göre kademelenecekti yerleşim merkezleri…
O taktirde de; gelenek yok olmayıp gelişim alanları bulacaktı. Eğitim sarsılmayacaktı. Göğü delen gökdelenler yerine sanat, yeni toplumsal iletişim aracı olarak ayrı bir eksende yükselen yapılar olarak anılacaktı. Dolayısıyla kültür, çok daha güçlenecek, öyle ilk sarsıntıda yerle bir olmayacaktı.
Bitti mi?
Elbette nefes kesilmeden, hiçbir şey bitmez!
Tel dolapta en fazla birkaç saatte tüketilmesi gerektiğinden tazecik olan yemekler, belki günlerce saklanan buzdolaplarında tadını yitirecek. O tatlara dönüş olmayacak, olmayıversin! Bu tatlara da alıştık!
Ama hiç olmazsa sanat, sanat bari gelişmeli! Neden mi? Çünkü sanat, şehrin boğduğu insanın, her aldığında rahatlayacağı nefestir. Müzelerde unuttuğumuz tarihsel bulguları da yeniden hatırlatarak kucaklayacak, geleceğe taşıyacak; hele bir de, o birlikte paylaşarak kültür malzemesi ettiğimiz gelenekler var ya, işte onları yaşatacak yegâne araçtır. Maksadı; insanlar arasında muhabbetin, samimiyetin, güvenin ve hasbihalin daimi olmasıdır! Elbette şehrin köyleşmesi değil, şehrin şehir gibi olmasıdır. (Köyün de, köy olarak kalması, yaşabilmesi ve gelişebilmesidir.)
Bir yandan da, Yunuslar, Mevlanalar, Veyseller, Nazımlar, Sabahattinler, Mahzuniler, Neşetler, Saygunlar, Erkinler, Fazıllar’ın yeniden doğmasıdır.
Artık çocukların peşlerinden çılgınca koşturduğu tavukların istediği yere yumurtlayabilmesi sözkonusu olmayacak! Ama şehirde nefes almak için, geleneğin yerini alan kültürel değer olarak sanata güvenip önem vermelidir! O sanat, duyarlı taraflarımızı güçlendirecek, kaldırımda karşımızdan gelecekle aramızda oluşacak ilk kapalı iletişimde, güven duygusunu tesis edecektir.
12.4.2014 / Radikal