EVİN İLYASOĞLU
Allegro
Bu asla feminist bir yazı değil. Ama ülkemizde kadın-erkek ayrımının giderek arttığı günleri yaşıyoruz. Birkaç kez başıma geldi: Telefondaki ses, Evin Bey’i aradım demişti. Benim, deyince: “Müziği yargılayan kişi erkek olmalı, diye düşünmüştüm” dedi. Bazen de zarf üstünde Bay Evin İlyasoğlu yazan mektuplar alırım! Rahmetli bir eleştirmenimiz, İdil Biret ne zaman Brahms’ın 2. konçertosunu çalsa, şöyle yazardı: “Aslında bu erkek konçertosudur, ama İdil müthiş çaldı.”
Kadınlar her alanda olduğu gibi bestecilik alanında da tarihe adlarını yazdırmışlar. Antik çağlara uzanalım: Fresklerde danseden ve çalgı çalan figürlerin hemen hepsi kadındır. Özellikle Mısır’da sanki müzik, kahraman erkeklerin değil, nazlı kadınların işidir. Kadınlar lir çalar, dans eder; erkekler davul çalıp savaş oyunları oynarlar. Batı’da ortaçağdan 18.yy’a kadar sahnede kadın yoktur. Kiliselerdeki koroda kadın sesi yasaktır. İlk operalarda kadın rollerini kastratlar üstlenirler. Bunlar sesi çatlamadan hadım edilmiş erkeklerdir. İleri yaşlarına kadar oğlan çocuğu sesinin saflığını korurlar. Ses rengi kadın soprano, ya da kontraltoya benzese de daha güçlü, daha şehvetli bir tona sahiptir. 16. yüzyıl İtalya’sında her operanın bir yıldız castratı olmuştur. Mozart’ın da özel bir castrato için yazdığı roller vardır. Son castrato Alessandro Mo reschi 1922 yılında ölmeden önce birkaç kayıt yapar. Böylece bizlere bu geleneğin ses örneği kalmış olur.
Yirminci yüzyılda kadın besteci, kadın yorumcu ve kadın orkestra şefi de artarak yetişmekte. Ünlü orkestra şefi Sir Thomas Beecham’ın bir zamanlar “Kadın besteci yoktur, olmamıştır ve olmayacaktır”, sözleri kadın sanatçıları bir hayli öfkelendirmiş. Ortaçağa uzanalım: Hildegard von Bingen (1098-1179) özgeçmişini bildiğimiz ilk kadın bestecidir. Yalnız besteleriyle değil, dinsel yazıları ve ermişlikle ilgili yayınlarıyla da tarihe geçmiştir. Manastırda ışıklı bir alan yaratıp rahibeler için yazdığı “Ahlak Piyesleri”ni sahnelemiş. Bunlardan birinde, bütün karakterler birer üstün güç olarak şarkı söylerken bir tek şeytan bu nitelikten mahrum kalır, o şarkı söyleyemez.
Rönesans ve Barok dönemlerinde de kadın bestecilere rastlarız. Romatizm’de Clara Schumann liedler ve piyano için besteler yapar, ancak kocası Robert Schumann’ın gölgesinde kalır. Aynı çağda Fanny Mendelssohn Hensel de 400’e yakın yapıtına karşın ağabeyi Felix Mendelssohn’un; 19. yüzyıl sonunda Alma Mahler de eşi Gustav Mahler’in gölgesinde kalır.
20. yüzyıl başındaki Amerikalı besteciler arasında Amy Beach büyük çaplı yapıtlarıyla ünlenmiştir. Modern Amerikan müziğinde Ruth Crawford Seeger, ilk dizisel teknikleri uygulayan ultramodernist grup içinde yer alır. İngiltere’de Elizabeth Lutyens, 12-ton yöntemini ilk kullanan bestecidir. Rusya’dan Sofia Gubaidulina, Japonya’dan Keiko Abe ve İtalya’dan Ada Gentile gibi bestecileri sayarken, Türkiye’nin de Osmanlı’dan günümüze birçok kadın besteci yetiştirdiğinin altını çizmeliyiz:
18. yüzyıldan Dilhayat Kalfa, 19. yüzyıldan Leyla Saz “Seni sevda çiçeğim”, 20. yüzyıldan: Faize Ergin “Kız sen geldin çerkesten”, Neveser Kökdeş “Bahar pembe beyaz olur”, Nihal Erkutun “Maziyi nasıl taşlara çizmişse denizler”; Melahat Pars “Ben gamlı hazan”; Radife Erten “Bahar pembe beyaz olur”, sadece birkaç örnek.
Günümüzün kadın bestecileri artık usta-çırak usulüyle değil, ünlü okullarda eğitim alıp, son müzik akımlarına katkıda bulunan, ödüller kazanan, önemli merkezlerden kendilerine eserler ısmarlanan besteciler. Onlara örnek olarak Zeynep Gedizlioğlu’na (1977) değiniyorum: İstanbul Mimarsinan Konservatuvarından İlhan Usmanbaş’ın öğrencisi olarak mezun oldu. Almanya’da çalışmalarını sürdüren sanatçıya 2012’de Müziğin Nobel’i kabul edilen Siemens Vakfı’nın Bestecilik ödülü verildi. Bu yıl da GEMA Vakfı ödülüne aday gösterilen sanatçı, ayrıca Heidelberg Kadın Sanatçı ödülünü aldı. “Susma” en ünlü çalışmaları arasında yer alıyor.
25.7.2018 Cumhuriyet