ERSİN ANTEP
Defter
Bir baba… Gürül gürül akan Fırat’ta karşı kıyıya yüzüyor. Fırat güçlü, hoyrat… O, akacağına bakar, öyle onla bunla uğraşmaz, laf dinlemez.
Hani bir köpek yavrusu yüzer ya! Patileri, küçücük burnu ve zeytin gözleri görülür. Aynısı.. Bedeninin tamamı suyun için gömülmüş adamın. Onun da yalnızca burnu ve gözleri seçilebiliyor. Bir fark var yalnızca! Yüzen adamın, iki eli de dışarıda ve küçücük bir çocuğu taşıyor. Ayaklarını çırparak ilerlemeye çalışıyor. Ara sıra burnu gözükmüyor, ağzı ise çıkıp kocaman açılıyor, bir son nefes alıyor. Çocuğun ağırlığı zorlasa da adamı, vazgeçmiyor. Kimse yok etrafta! Birisi bir odun parçası bari ataydı… Hiç olmazsa çocuğu oturtur ve rahatlıkla yüzerdi. Ama nafile! Kimse görmüyor ve bir odun parçası suda, hemen yanına düşmez, biliyor. Hem birilerine seslenip yardıma çağırabilecek kadar uzun süre suyun üstünde kalmıyor ki, ağzı! Yalnızca bir tutam nefes alabilecek kadar kalabiliyor. Her nefes, bir son nefes gibi ciğerlerin en dibine kadar çekiliyor. Arada yuttuğu su damlaları öksürtse de, öksürükler suyun altında kalmak zorunda! Çünkü suyun üstündeki bir küçük aksama, kendisinin, ama en önemlisi çocuğun hayatını tehlikeye atar. Fırat amansızdır, yağmurla karla beslenip büyüdüğünde Meriç gibi, Kızılırmak gibi… Ne çok zorluyor, ne çok yoruyor. Ancak vazgeçmek yok, vazgeçmek söz konusu bile olamaz! O çocuk, o toprağa basacak arkadaş! Son kulaçlar daha güç! Nefesler ise suyun altında mı, üstünde mi alınıyor, belli değil! Mecali kalmasa da, son bir gayret! Güzel günler saniyelik geldiğinde gözünün önüne, bir tutam güç daha geçiyor kollarına! Bir tutam daha can ekleniyor.
Bir bakıyor ki, çamur kaplı bataklık tarafa varmış bile! Burada iki kat güçlenmek gerek! Çünkü balçık daha acımasız, çekip yutuverir. Ayaklarını kendine doğru yukarı çekiyor. Su boyunca güç bela koruduğu tüm denge, alt üst oluyor. Ve avazı çıktığı kadar bağırtıyla, dünya halter rekorunu kıran sporcu gibi zorluyor bedenini! O kıyıya ulaşılacak arkadaş! Çocuk olanların farkında değil! Bağırtı ile irkiliyor sadece…
Nihayet ulaşıyorlar karşıya! Adam çocuğu nazikçe bırakıyor toprağa ve kıyıdan nehre kendince meydan okuyan bir dal parçasına tutunuyor, soluklanıyor. İçi huzurlu, başarmış olmanın mutluluğunu, güzelliğini, sevincini yaşıyor doyasıya… Cebinin içinde, buruş buruş olmuş cüzdanında, onları şehre kadar götürebilecek paraların un ufak olduğunu, “biz buradayız” diye haykırıp birilerini -ayaklarına bir şey giymeye bile zaman bulamayıp- yalın ayak koşturacağı o paha biçilmez telefonunun içinden suların süzüldüğünü düşünmüyor. “Şimdi şehre nasıl ulaşacağız?” diye aklına soru getirmiyor bile! Başarmanın, iyi olmanın tadını çıkarıyor. Kıyıda bulduğu çırpıyla yerde şekiller çizip çoktan oyuna başlayan çocuğa dalarak…
Biliyor musunuz? Öyle hissediyorum kendimi… Bir piyano aldım küçük oğlum için!
Adam parasını pulunu denkleştirir, mağazaya gider, piyano seçer, üç aşağı beş yukarı fiyatla anlaşılır, piyano eve gönderilir, çocuk çok sevinir. Öyledir aslında anlatılabilecek olan! Gelgelelim böyle bir devirde bir piyano almanın anlamı, o kadar basit değil!
İnsanların işsiz güçsüz, yakınlarının eline bakar halde geçindiği, işi olanların ise iş-yol-ev arasında sıkıştığı, yakınlarının düğününe bile gidemeyecek kadar ekonomik açıdan daraldığı, hiçbir sosyal tarafının kalmadığı, belli saatlerde karşısında uyuklanan TV’deki diziler ve elden düşmemeyi bilinçsizce satın alınıp onca taksitle hak eden “akıllı”(!) telefonlar sayesinde özel zamanların da tüketildiği günlerdeyiz.
Biz en başta, köyden kente geçiş sürecini sağlıklı ve gereken şekilde gerçekleştirmemiş bir toplumuz! Yıllarca kente göçeni besleyen, belli zamanlarda çuvallarla, sepetlerle destekleyen köydeki üretim, yanlış politikalarla tükenince; zaten üretimi düşük olan kent iyice sarsıldı. Kalıcı, yani kadrolu işlerin yerini vasıfsız taşerona bağlı geçici, kaybetmemek için daha da kıymetlendirilen işlerin alması; erkeğin ve kadının, insani koşulları git gide düşen işletmelerde, akşam bitkin dönülecek kadar çok daha ağır şartlarda çalışmalarına sebep oldu. Eğitim hayatı zayıflatılan ve ebeveyninin gücü tükenmiş halinden dolayı evde yeterince, layıkıyla ilgilenemediği çocuklar, okul etrafında bekleyen seyyar satıcıların insafına, yani kaderlerine terk edildi. Ailelerin bu ve benzer sebeplerden dolayı bir ekonomik veya sosyal sarsıntıyla karşılaşması, çok kolay hale geldi.
Evdeki otoritesini kaybeden, güdükleşen erkekler şiddete sarıldı. Toplumun dengesi şaştı. Cinayetler, keyfi hale geldi.
Esasen kent insanı anlamında toplumun sarılacağı üç element vardır: Gelenek, eğitim ve kültür… Geleneği kente uygun halde muhafaza edemediğimiz için yitirip gittik. Otellerin iki kilim ve güğümle oluşturulan köşelerine “şark köşesi” deyip geleneği sürdürdüğümüzü zannettik. Eğitim deseniz; 12 yılı üçe böldük ve halâ denemeleri sürdürüyoruz, sonuç ortada! Eğitim için en iyi olanaklar sağlanarak tablet dağıtıldığı duyuruldu. O tabletler çoktan oyun müptelalığına dönüştü. E o halde elde bir tek kültür kaldı. Kültürün besleneceği iki kaynak, yani bilim ve sanat ne alemde? İşte o da sizlerin taktirinizde…
Sizin kızınızı, oğlunuzu en iyi okullarda okutmanız, ona en iyi maddi koşulları armağan etmeniz, “onu denizcilik sektöründe gemi sahibi” veya bayilikler vererek çok iyi kazanan haşlanmış mısır tüccarı” hiçbir anlam ifade etmiyor. Birlikte yaşamak durumunda olduğu toplumdan ayrı, steril(!) bir ortamda yaşaması söz konusu olamaz! Zira eninde sonunda sokağa çıktığı zaman, kültürü olmayan, dolayısıyla çağın gereklerini sindirememiş bir toplumda her an tehdit altındadır. Cepteki tecrübelerden aktaralım:
1990’lı yıllar… Üniversite öğrenimimiz esnasında, kendi geçimimizi sağlamak üzere çalışıyoruz. Okula gideceğimiz günler kılık kıyafetimize daha bir dikkat ediyoruz. Malum; gençlik! Geçici de olsa kalacak yer gerek! Bu maksatla Esenler’de oturan bir akrabamızın yanına yerleşmişiz. Etrafta, Anadolu’dan farklı yöreler için kurulmuş derneklerin “lokal görünümlü kahvehaneleri” var. Her akşam okuldan dönüşte minibüsten iniyoruz ve belli mesafeyi yürüyoruz. Kahvehanelerin önünde gelen geçene bakan gençler, çoğunlukla küçücük bir bebeyken gecekonduya taşınmış ailesi ile birlikte getirilmiş, ilkokulu bitirmesine zar zor izin verilmiş ve hemen bir tekstil atölyesine veya sanayi sitesindeki bir dükkana çırak olarak gönderilmiş. Üst baş pazardan özensizce satın alınmış!En iyisi, atölyeden dağıtılmış yatay kalın çizgili tişörtlerle taş baskı kot pantolonlar! Bizim ise kıyafetimiz öyle ahım şahım ve pahalı olmasa da, saçımız, sakalımız gibi özen gösterildiğini yansıtıyor. Zannediyor musunuz ki “laf atma” sadece kızlara yapılır? Kavga edip, dövüp, bu sayede intikam almak için sataşılır. Öyle bir anda, yapılmasının en aptalca olacağını sonradan anladığımız şeyi yaptık ve durup dururken sokak lambasının aydınlatmadığı hafif karanlık bıraktığı bir köşede yolumuzu kesen, diklenen gencin “arkadaşım sen ne ayaksın?” sorusuna cevap verdik: “Hayrola?” Aldığımız cevap formalitedendi: “Çok gözüme çarpıyorsun. Buralardan değilsin sen! Ne ayaksın arkadaş?” Dilimiz tutulsun soracağımız tuttu. E bir de bizim de içimizde bir horozluk var ya o zamanlar: “N’oldu arkadaş? Neyim dokundu sana?” Galiba sadede gelmiştik. Aldığımız cevap çarpıcıydı: “Bizim gibi değilsin sen oğlum! Ezecem şimdi beynini!”
O zamanların Esenler’i çok değişti ama o “uyuz olan” gençler her yere dağılır, çoğalır hale geldi. Hayatın, toplumdaki iş sisteminin yedekte beklettiği gençler, kendilerine benzemeyenlerin yolunu artık tüm semtlerde, tüm illerde, ilçelerde karanlık ara sokaklarda kesebiliyor. Çünkü şu soranların sayısı arttı: “Sende olan, neden bende yok?” Ve hatta “neden sen, benim gibi değilsin?” gibi yan sorular da fazlalaştı. “Benden olmayan” kavramı, hukuk sistemindeki büyük siyasi sarsıntısının da sayesinde hayli yayıldı ve palazlandı. Hoşgörü, sabır, dostane ve hâlden anlayan sempatik ve bilge yaklaşım; gelenekle birlikte mezara indi. Çağdaş bakış açısı da bir siyaset metasıymış muamelesi görmeye başladı. Artık, camına isabet eden kar topu üzerine bıçağını kapıp dışarı fırlayan dükkan sahibi, “ben böyle güzel ve alımlı bir kızın hiç elini tutmadım, bana çok şeker olduğumu söylediğini duymadım” diyerek kültürü “yok” seviyesine düşerek, moda haldeki “psikolojik sorunlarının ardına gizlenen” katiller su yüzüne çıktı.
Daha birkaç yıl önce haber bültenlerinde, sözleşip kartopu savaşında keyiften sarhoş olan gençlerin enerjik ve eğlenceli halleri paylaşılıyordu. Kin, nefret, “öteki” kavramları; kartopunu da, diğerini yok etme maksatlı işlenecek bir suçun “ilk o başlattı” bahanesi haline getirdi. “Ötekine hâd bildirme yetkesini kendinde görme”, meşru bir hâle geldi. İhtiyacı olan “kültürden beslenmeden yoksun” olan, acımasızlık, insafsızlık, gaddarlık ve nihayet kolayca katledebilecek kadar aklını değil içgüdülerini palazlayan insan, “ötekinden üstünlüğü” seçtiğini zannediyordu. Ve 11 yıldır izlediği bir dizideki gibi, kolayca tetiği çekmenin “kahramanlık” olduğunu “kültürü” zannederek büyümenin, sivilcesini, yok yok, çıbanını çıkardı. Bir kurt düşünmez, doğanın bir parçası olarak ona yüklenen içgüdüleri kullanır. Ama onda bile merhamet vardır. Yavruya, masuma saldırmaz. Ama insanın içgüdüleri öyle değildir! Geliştirsin diye yüklenen, başlangıçlardır ve kültürle yoğrulmadığında geride kalıp küpüne zarar verir.
Böyle bir toplumda bir çocuğu piyanoyla, müzikle tanıştırmak; onu suyun karşı kıyısına geçirmek gibidir. Zira şu hayatın mutluluk formülünde belli şeyler vardır: Başkalarına ve bitkilerle hayvanlara karşılıksız (mümkünse onların bilgisi olmadan) yararlı olmak, beklentisizlik, empati, yerine zamanına uygun ve sabırla yaklaşmak, sevgiye yatırım yapmak, e bir de müzik…
Toplumda herşey birbirini etkileyen halkalarla çevrilidir. Siz, komşularınız evinizin önünü temiz tutarsanız; bu büyük bir temizliktir. Yanlış, kolayca yayılır. Tıpkı bir virüs veya mikrop gibi… Öyle ki, 100 kişi içinde 99 kişi sağlıklı olsun, 1 kişi hasta! O 99 kişinin sağlıklı halleri, tek kişinin sağlığını düzeltmez! Ama o tek kişinin hastalığı, mikrobu; diğer 99 kişiyi kolayca hasta edebilir.
O halde sağlıklı insanların, diğerlerinin sağlıklarını iyi tutmanın yöntemi olarak; önce kendi sağlıklarını kollaması ve güçlendirmesi, bilgileriyle yardımlaşması gerekir. O halde iş başa düşüyor. Bizdekileri sizlerle paylaşmak için OPUS’ta yeniden bir araya geliyoruz.
Size içinde asla taş olmayan, sizin de gülümseyip güvenle geri atabileceğiniz, hep beraber beyazlara bürünüp mutluluğu büyüteceğimiz bir kartopu atıyorum. Tüm gücümle fırlatıyorum. Hedefini şaşıranlardan kırılan camların parası da, yaptırması da benden!
Adınızı bilmiyorum ama haydi şu antisosyal zehirli elektronik şeyleri bir kenara bırakıp dışarıda oynayalım! Haydi paylaşalım! Haydi gülümseyelim! Sonra da müzik yaparız!
A unutmadan! Tekrar merhaba… Buyurun siz de kartopuna… Haydi birlikte mutlu olalım!
Opus / Sayı 15 / Şubat-Mart 2015