EVİN İLYASOĞLU
Allegro
İç dünyasının zenginliğiyle farklılık yaratmış bir aydın olan Ertuğrul Oğuz Fırat, her bestecinin 20. yüzyılda yeni bir müzik dili yaratmak zorunda olduğuna ve kendine özgü olanı bulması gereğine inanıyordu.
Çağdaş müziğimizin farklı bir simasını yitirdik. O ne konservatuvarlarda okumuş, ne 5 yaşında yeteneği keşfedilmiş, ne büyük kentlerin ünlü hocalarıyla eğitilmiş, ne yurtdışına burslarla gönderilmiş ne de bir besteci olarak yapıtlarını çaldırtıp geniş kitleye duyurabilmişti. Ama kuşkum yok ki onun derin sanat bilgisi bugün dünyanın merkezinde yaşayan nice sanatçıdan kat kat üstündü.
Ertuğrul Oğuz Fırat, 1 Şubat 1923’te Malatya’da dünyaya gelmiş bir Cumhuriyet çocuğuydu. Müzik bir yana, şiir, öykü, deneme ve resim sanatlarında da verimli olmuştu. Onun için yaratmak bir bütündü. Her daldaki yapıtları iç dünyasındaki dizginlenemeyen derin düşünce ve duyguların bir aktarımıydı.
Müziğe 20 yaşında annesinin armağan ettiği bir piyano ile başlamış; İstanbul Hukuk Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllarında Karl Berger’den armoni dersleri almış ve genelde kendi kendini eğitmişti. 1948’de Hukuk Fakültesi’ni bitirip bir süre avukatlık, 1959’dan sonra Anadolu’nun çeşitli illerinde yargıçlık yapmış, 1979’da emekli olmuştu.
1961-85 yılları arasında Forum, Orkestra, Opus, Güney, Ankara Sanat ve Filarmoni dergilerinde, Müzik Ansiklopedisi’nde özellikle çağdaş müziği irdeleyen yazılar yazmıştı. Öte yanda öyküleri, “Karmakarışık Öyküler” (1995) ve “Seviçıra” (1997) ortaya çıkmıştı. 1999’da “Umursanmamış” başlıklı kitabı, 1999’da “Çağdaş Küğ Tarihi Üzerine İmler” başlıklı bir müzik tarihi (Ön-romantiklere kadar olan 1. cilt) yayımlanmıştı.
Beşinci Yaylı Çalgılar Dördülü’nün (1971), EBU (Avrupa Yayıncılar Birliği) açtığı “Yaylı Çalgılar Değiştirim Programında” Kopenhag Dördülü tarafından seslendirilmiş, 1989’da Berlin’deki Türk Haftası çerçevesinde Keman-Piyano İçin Ezgiler başlıklı yapıtı kemancı Götz Bernau ve Fazıl Say tarafından çalınmıştı. 1993-95 arasında Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda müzik tarihi dersi vermişti.
Besteci olarak 20. yüzyıl müziğinin tüm yeniliklerini denemişti. Her bestecinin 20. yüzyılda yeni bir müzik dili yaratmak zorunda olduğuna ve bunun için özgür araştırmalar yaparak kendine özgü olanı bulması gereğine inanırdı.
Yapıtlarının sayısı yüzü aşan bu bestecimizin çok az yapıtı çalınmıştı. Dinlemesi ve seslendirmesi zor çalışmalardı. Son derece entelektüel bir kişiliğe ve çok zengin bir iç dünyasına sahipti. O karmaşık müzik dili kendini şiirlerinde, öykülerinde ve resimlerinde de gösteriyordu. Ama onun iç dünyasındaki dolup taşan bilgi-yaratıcılık serüvenini anlamak için okura, seyirciye ya da dinleyiciye de görev düşüyordu. Ankara’daki evinin çevresinde ördüğü öğrenciler kozası, bugün ülkemizin başlıca aydın müzikçileri oldu.
Ertuğrul Oğuz Fırat ile 1999’da “Usmanbaş” kitabımı hazırlarken bir söyleşi yapmıştım. İlk kuşak çoksesli müzik bestecilerimizden şöyle söz ediyordu:
“Beşler evrensel müzik adına ilk örnektiler. Dışarda eğitim gördüler. Biçim, onların yaşadıkları dönemde çok önemliydi. Hele hele Türkiye’de kendilerinden önce geliştirilmemiş küğ (müzik) anlayışını geliştirme göreviyle karşılaştıklarında öğelerin nasıl yerine oturtulması gerektiğini ancak kişisel deneyleriyle buldular. Çünkü örnekleri yoktu. Yerellik kaygısının ise hiç örneği yoktu. Nasıl bu ikisini birleştireceklerdi? Biçim nasıl sağlanacak, nasıl bir denge kurulacaktı? İlk Türk senfonisini yazan da ilk Türk oratoryosunu yazan da bir yerde bizim kahramanlarımızdır. Sonra gelecek olanlar daima önlerinde o örnekleri bulacaklardı.”
İlhan Usmanbaş ile mektuplaşmaları ve dostlukları başlı başına tarihi bir olaydır. Usmanbaş, onun bütün yapıtlarına önem vermiş, düşüncelerini paylaşmıştır. Yüksek bir “entelektüel” düzeyi sergiler bu mektuplar.
Ertuğrul Oğuz Bey günümüzdeki “aykırı” düşünür, içe dönük sanatçı ve kendi iç dünyasının zenginliğiyle farklılık yaratmış bir aydındı.
18.10.2014 Cumhuriyet