Türk toplumunda müzik ve plastik sanatların etkileşimini, buluşmasını, zıtlaşmasını, değişen dönemlerle birbirini tamamlamasını yansıtan sergi kasım sonuna kadar İstanbul Modern’de
1920’lerle başlayıp 2. Dünya Savaşı’yla sona eren Paris’in sanat ortamına hep imrenmişimdir. Bütün sanat ve düşünce dallarının iç içe geliştiği, şair, ressam, müzikçi, mimar, felsefeci, romancı, besteci, heykeltıraş ve modacıyla nice yaratıcının birbiriyle alışveriş içinde olduğu dönemdir.
Şu sıralarda İstanbul Modern’de böylesine kanatlanıp uçan bir sergi var: Türk toplumunda müzik ve plastik sanatların etkileşimini, buluşmasını, zıtlaşmasını, değişen dönemlerle birbirini tamamlamasını yansıtan bir sergi. Adı: Çok Sesli. İngilizcesi “plurivocality” olarak çevrilmiş, “polyphony” değil.
Sergi, hat sanatının büyük ustası Ahmed Karahisari’nin karalamasıyla başlıyor. Nedir müzikle ilgisi hat sanatının, diyeceksiniz. Meşketmek: “Yazı karalaması” anlamına gelen bu terimi hat sanatı müziğe ödünç vermiş. Usta- çırak ilişkisi içinde nota kullanılmayan dönemde şarkıların yinelenerek ezberlenme yolu. Derken Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli bestecilerinden III. Selim’e bağlanıyor sergi. Ardından Ali Ufki, II. Mahmud, Naum Tiyatrosu’nun önemi, Leyla Saz hanım, Osman Hamdi’nin resimlerinde müzik, Muzikayi Humayun, Abdülmecid ve Cemal Reşit Rey’e kadar geldiğinde o dönemde nice ressamın çalgılarla ve çalanlarla ilgilendiğini görüyoruz. İbrahim Çallı’nın piyano çalan kadını bunun en güzel örneği. Derken Anadolu’ya yönelen ressamlar başlıyor Cumhuriyet yıllarıyla. Onların da Bartok gibi köy müziğinden yola çıkan bir bestecinin etkisi ve Adnan Saygun’un Batı tekniğiyle Anadolu modlarını işleyişi koşut tutulmuş. Saygun’dan kaynaklanan Yunus Emre teması Erol Akyavaş’a, Abidin Dino’ya uzanıyor. Neyzen Tevfik, ney sesinin gizeminde nice ressama esin kaynağı oluyor. Semiha Berksoy, birkaç sanat dalını birleştiren ve ne mutlu ki yapıtlarına sahip çıkılmış bir sanatçı. Ona özel bir oda düzenlenmiş.
Ankara’da 1950’lerde kurulan Helikon Derneği kentin kültürel yaşamında birçok sanat dalını bir araya getiriyor. Bülent Arel gibi mobil heykeller ve elektronik müzik yapan bir besteci, İlhan Usmanbaş gibi resimle müziğin ilişkisini soruşturmuş ve resimsel (grafik) notalarıyla müziği resimden algılamayı araştırmış bir besteci ve İlhan Mimaroğlu gibi elektronikle filmcilik arasında bağ kuran bir besteci, modernizme açılan ilk müzik adamlarımız. Adnan Çoker’in ritim ve renk tonunu araştırırken müziksel malzemeyle uğraşması da onlara koşut.
Birden serginin rengi değişiyor: Karşımıza İbrahim Safi’nin yaptığı portresiyle Zeki Müren çıkıyor. Kendisi de Güzel Sanatlar Akademisi mezunu. Onun sesini de dinliyoruz. Sanırım böyle bir sergiye başlangıç noktalarından birisi de Gülsüm Karamustafa’nın bir süre önce açtığı Arabesk sergisiydi. Arabeskin toplumun her yönünde etkisini izliyorsunuz.
Cengiz Çekil’in Sağır Çığlık adlı ses heykeli o demir konstrüksüyon içinde neler anlatmıyor ki... Benim favorilerimden birisi “:mental KLİNİK” tarafından üretilmiş bir çalışmaydı: Birbiriyle ağızlarında buluşmuş iki French horn (korno). Ve çalışmanın adı da “French Kiss”.
Kasım sonunda kapanacak olan bu sergiyi mutlaka gezin. İmge gücünüz genişleyecek. Duyduğunuz, gördüğünüz ve alımladığınız sanat dalları yeni boyutlar kazanacak.